27 Ağustos 2008 Çarşamba

Bir şefkat masalı...

Engellilerin her zaman yardıma muhtaç olduğunu, kendi ihtiyaçlarını kendilerinin karşılayamadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onlar; işitme, görme ve bedensel engelli; ama hepsi birer anne…Çocukları da kendilerinin aksine sağlıklı. Hiç merak ettiniz mi bir engelli anne bebeğini nasıl büyütür, hayata nasıl hazırlar? Onlar, engellerine rağmen engelleri aşan anneler. Geceleri uyuyamayan minik bebekler anne babalar arasında hep şikâyet konusudur. Uykunun en tatlı yerini bölen bir bebek hıçkırığı özellikle de annelerin kâbusudur aslında. Hele bir de her gece defalarca tekrarlanıyorsa… Bebeklerin zamanlı zamansız ağlaması genelde ebeveynleri rahatsız eder. Tabii ki geceleri bölünen her uyku, bir zaman sonra büyük bir eziyete dönüştüğü için… Haklı olarak; ne var bunda diyebilirsiniz. Peki, her gece onlarca kez de olsa bebek sesiyle uyanmanın büyük bir nimet olduğunu düşündünüz mü hiç? Şimdiye kadar aklınıza gelmediyse işitme veya görme engelli, felçli annelerin hikâyelerini okuyunca bunun şükredilmesi gereken büyük bir nimet olduğunu anlayacaksınız. Hem de yüreğinizde hissederek…Şüphesiz annelik bütün dünyanın kabul ettiği sayılı ortak değerler arasında. Kadının hayatını değiştiren, onu şefkat, merhamet ve fedakârlık abidesi haline getiren bir haslet. Beşikten mezara kadar elinden tuttuğu yavrusunun varlığını hiçbir mutluluğa, sevgiye, huzura değişmeyen bir anne için hayat, bebeğini kucağına aldığı andan itibaren bir başka anlam kazanır. Onunla yatar, onunla kalkar; onunla yer, onunla içer… "Annelik zor zanaat" diye boşuna dememişler. Çünkü yaşananlar meşakkatli, zor bir süreçtir… Benim dünyam çok sessizHer kadın, fıtratının bir gereği olarak annelik duygusunu tatmayı, yavrusunu kucağına alıp okşamayı ister. Aynı hülyalar engelli bayanlar için de geçerlidir. Onlar da sağlıklı çocuklar dünyaya getirmeyi, yavrularını sevgiyle büyütmeyi hayal eder. Zira bir ev çocuksuz olmuyor. Gözler görmese de, kulaklar işitmese de, el ele çayırda çimende koşturulmasa da her evli çift "anneciğim, babacığım" hitabını duymak istiyor. Bir anne düşünün ki gözleri görmüyor. Bir başkası duymuyor ya da tekerlekli sandalyesinde yavrusunun isteklerine cevap vermeye çalışıyor. Hayatta "ben de varım" diyen bu insanlar da anne; ve çocuklarının geleceği için onlar da pembe hayaller kuruyor... Hem de hayatın önlerine çıkardığı bütün engellere inat…Çoğu görme, işitme, bedensel engelli çiftin çocuğu, anne-babalarının aksine sağlıklı dünyaya geliyor. Bu sonuç aileleri mutlu ederken birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Örneğin, işitme engelli annelerin en büyük sorunu, bebeklerinin ağlamasını duyamamaları. Bu durum ilk etapta zihinlerde duygusal çağrışımlar yapsa da aslında işitme engelli ebeveynler için ciddi bir problem. Çünkü gece karnı acıkıp anne kokusunu özlediğinde ağlayan bebek, çığlıklarına muhatap bulamıyor. Ya da yaramazlık yaparken eli kapıya sıkışsa, başından aşağıya kaynar su dökülse yan odadaki annesinin haberi olmuyor.Hemen o kadar karamsar olmayın. Çocuklar her ailenin kendince bulduğu çözümlerle büyüyor. Bu zorlu sınavda da birbirinden farklı hayat hikâyeleri çıkıyor. Bir bakıma onlarınki "iç konuşması" bol bir yaşam aslında. Hamdiye Ayanoğlu (60) yedi yaşında geçirdiği menenjit hastalığından sonra işitme duyusunu ve hafızasını kaybeder. Anne-babası işitme engellilerin kullandığı işaret dilini bilmediği için zor günler geçirir. Ailesiyle hiçbir zaman tam bir diyalog kuramaz. Kendi çabasıyla okuma-yazmayı, dudak okumayı öğrenir. 15 yaşında işitme ve konuşma engelli devlet memuru Tuğran Ayanoğlu ile hayatını birleştirir. Artık daha 'sesli' bir dünyanın kapısı aralanır kendisine.Ayanoğlu çifti, "Acaba çocuğumuz da engelli olur mu?" düşüncesine hiç kapılmadan çocuk sahibi olmak ister. İlk çocukları bir erkektir. Muzaffer adını verdikleri oğulları gayet sağlıklıdır da. Hayatları renklenmiştir; ama kısa sürede bir gerçeği fark ederler. Minik Muzaffer'in ağlamalarını duymuyorlardır. Kendilerince bir formül bulurlar. Muzaffer bebek sürekli annesinin kollarında uyur. En ufak bir kıpırdama Hamdiye Hanım'a süt vaktinin geldiğini gösteriyordur çünkü…Fedakâr anne üç çocuğunu da büyütürken bir gece olsun derin ve aralıksız uyumaz. Yardıma gelen anneanne, kızının az da olsa rahatça uyuyabilmesi için kendi kolundan kızının koluna uzanan bir ip bağlar. Bebek ağladığında anneanne uyanır, aradaki ip birkaç kez çekilir ve anne uyanıp bebeğe bakar. Bir gün büyük oğlu Muzaffer, gündüz saatinde etraftaki komşuların bile duyacağı kadar ağlar; ama Hamdiye Hanım çığlıklardan habersizdir. İçindeki sesi dinleyerek aniden odaya gelir ve neredeyse ağlamaktan morarıp nefesi kesilen bebeğini muhtemel bir ölümden kurtarır. Şimdi 31 yaşında olan küçük kızı Ebru da bir gün beşiğinden aşağı yüzüstü düşer, nefessiz kalır. Ebru'yu ölümden bu kez de büyük kardeş Muzaffer kurtarır.Hislerini işaret diliyle anlatmaya çalışan Hamdiye Hanım, yaşadıklarından yola çıkarak engelli annelerin çocuk büyütürken engelsiz annelere göre daha dikkatli olması gerektiğini söylüyor: "Yemek pişirirken, temizlik yaparken her 15 dakikada bir çocuklara bakardım. İş yaparken değil, arada gidip gelmekten yorulurdum. Eğer engelli olduğum için çocuklarıma zarar gelseydi kendimi affetmezdim. Ne yapayım, benim dünyam çok sessiz."Başka bir sorun da bebekler hastalandığında yaşanır. Ayanoğlu çifti, doktorlara çocuğun rahatsızlık sebebini anlatamaz, ne yapmaları gerektiğini soramaz. Hamdiye Hanım, doktorların kendisini deli zannettiklerini, çoğu zaman ilgilenmediklerini öne sürüyor: "O an gerçekten engelli olduğunuz için üzülüyorsunuz. Çünkü çocuğunuzun sağlığı söz konusu ve çaresizsiniz."İstanbul'da yaşayan Ayşe Bügelek (32) kendini "kısmî görme engelli" olarak tanımlıyor. Çünkü yüzde 20 oranında görebiliyor. Bunun için cisimleri iyice yaklaştırması lâzım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Büyükşehir Belediyesi'nin Özürlüler Araştırma Kütüphanesi'nin kurucusu, 11 yıldır da çalışanı. Eşi Mustafa Bügelek de Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden mezun ve görme engelli. Bir gözü tamamen görmezken diğeri yüzde 10 oranında görüyor. Mustafa-Ayşe çiftinin 3,5 ve 5 yaşında sağlıklı iki kızı var.Torunuma nasıl söylerim?Ayşe Hanım çocuk sahibi olduktan sonra 'engelli' olduğunu daha çok hissettiğini anlatıyor. Hamilelikten önce ve sonra bebeğin bakımı ve beslenmesiyle ilgili yüze yakın kaynaktan yararlanırken tek yaşadığı tereddüt, çocukların teninde oluşabilecek yara, kaşıntı, alerji gibi hastalıkları nasıl görüp tedavi edeceği hakkında olur. En zorlandığı şeyler ise çocuklarıyla gezmek ve tırnak kesmektir. Ayşe Hanım zamanla yaşadığı zorlukların azaldığını söylese de engelsiz çocuklarına yetmenin o kadar da kolay olmadığını belirtiyor.Hep anne-babanın çocukları için yaptığı fedakârlıklar anlatılsa da engelli anne-babası için fedakârlıkta bulunan çocuklar da yok değil. Bedensel engelli Binnur Semiz (36), 28 yaşında intihar girişiminde bulunur ve yüksekten düşme sonucu kalçası üç yerden kırılır. Bu olaydan sonra 8 yaşındaki kızı Ayşenur'un hayatı da bir anda değişir. İntihar girişiminden önce büyük bir tekstil firmasında üst düzey yönetici olan Semiz, yaşadıklarını şöyle özetliyor: "Sağlıklıyken hayattan bıkıp her şeyden kurtulmak isterken sakat olarak hayata döndüm. Uyandığımda sakat kaldığımı öğrendim. Benim ve sevdiklerim için ciddi bir travmaydı."Aynı zamanda Türkiye Sakatlar Derneği genel başkan yardımcısı olan Binnur Semiz, iki ay hastanede kalır. Tekerlekli sandalye ile yeni bir hayata alışmaya başlar. Bu esnada 8 yaşındaki Ayşenur'un kendisine çok yardımcı olduğunu söylüyor: "İlk zamanlar tekerlekli sandalyeyi kabul edemedim. Doktorlara, sevdiğim insanlara içimdeki acıyı püskürüyordum adeta. Kızım bilinçli olarak 'teyzem beni iyi yıkayamıyor, sen yıka, senin patateslerin daha güzel kızarıyor' diyordu. Beni hayatın içine katıp her şeyi eskisi gibi yapabileceğimi anlatmaya çalışıyordu." Binnur Semiz yavaş yavaş eski hâline dönmeye ve evdeki sorumlulukları tekrar almaya başlar.Kızı Ayşenur, annesinin ne yapıp yapamadığını çok iyi bildiğini, taleplerini bunları göz önünde bulundurarak oluşturduğunu anlatıyor. Birlikte dışarıda zaman geçirmeyi çok sevdiğini fakat tekerlekli sandalye ile her yere girip çıkamadığı için üzülüp sinirlendiğini söylese de annesini 'mükemmel' olarak tanımlıyor. Binnur Semiz de normal anneler gibi kızının ihtiyaçlarını karşılayamadığını ama onun hayatını kolaylaştırmak adına girişimlerde bulunup aradaki boşluğu doldurmaya çalıştığını belirtiyor. İşitme engelli olmalarına rağmen evlendikten üç ay sonra bebek sahibi olmak isteyen Şafak (24) ve Güler Ulusal (22) çifti, İstanbul Gaziosmanpaşa'da yaşıyor. Henüz 2,5 aylık olan kızları Başak gayet sağlıklı. Babaanne Arife Ulusal, gelini ve oğluyla aynı odada kalıyor. Çünkü anne Güler, bebeğin ağladığını duyamıyor. Babaanne, Başak her ağladığında uyanıp bebeği gelininin kucağına veriyor. Güler Ulusal, kızıyla çok mutlu olduğunu ama sesini duyamadığı için üzüldüğünü anlatıyor. Eğer kayınvalidesiyle aynı evde oturmasa çocuğuna bakamayacağına dikkat çekerek, işitme engelli olmamasına rağmen bebeğine ilk öğreteceği şeyin işaret dili olacağını söylüyor.Arife Ulusal, oğlunun ve gelininin işitme engelli olmalarından dolayı çok üzgün. Hatta bu üzüntüsünün bebek dünyaya geldikten sonra daha da arttığını söylüyor: "İki buçuk aydır torunum geceleri ağlıyor ama iki evladım da uyuyor. Bir onlara bir torunuma bakıyorum, gözyaşlarımı tutamıyorum. Başını göğsüme dayayıp, başlıyorum konuşmaya. 'Yavrum, annen baban seni çok seviyor; ama duyamıyorlar. Bunu sana nasıl anlatırım, üzülürsen kıyamam.' diyorum." Babaanneye göre bebek ağladığında yanı başında bir ses istiyor. Anne hiç konuşamadığı için bebeği susturamıyor.Bir tekstil fabrikasında ütücü olarak çalışan baba Şafak, bebekle birlikte hayatlarının daha güzel olacağına inanıyor ve kızının yetişmesi için elinden geleni yapacağını söylüyor. İşitme engelli Ulusal çifti, gelecekteki muhtemel zorlukların hesabını yapmadıklarını, hayatı akışına bırakarak yaşayacaklarını belirtiyor. "Eğer çok düşünerek hareket etseydik bebek sahibi olamazdık. Böyle bir güzellikten mahrum kalırdık." diyerek engelliler de dahil herkesin anne-baba olmaya hakkı olduğunu ifade ediyor.Her anne-baba çocuğunu en iyi şartlarda yetiştirmek ister. Ama buna bazen maddi imkânsızlıklar bazen de fizikî şartlar engel olabilir. Tıpkı engelli ailelerde olduğu gibi. Engelli anne-baba her ne kadar elinden geleni yapsa da zaman zaman çaresiz kalıp yetemediklerini de kabul ediyor ve her şeye rağmen yapabildikleriyle gönüllerini ferahlatıyor. Ama 'yapmak isteyip de yapamadığınız neler var?' sorusunun cevabına başlarken önce derin nefes alıyorlar…İki yıl boyunca İşitme Engelliler Derneği başkan yardımcılığı görevini yapan Hamdiye Ayanoğlu, engeli olmayan çiftler için belki çok sıradan olan şeyleri yapamamaktan dolayı bugün hâlâ üzüntü duyuyor. Üç çocuğu da annelerini "engeline rağmen bizi mükemmel yetiştirdi" dese de… Ayanoğlu, çocuklarının veli toplantılarına hiçbir zaman gidemediğini, onların sosyal faaliyetlerine katılamadığını, derslerine yardımcı olamadığını anlatıyor ve sadece bunları düşündüğünde 'keşke' dediğini hatırlatıyor.Binnur Semiz ise kızı Ayşenur'un sürekli onu düşünmek zorunda olmasından rahatsız: "Benim ona yapmam gereken şeyleri onun bana yapması bazen üzüyor. Arkadaşlarıyla bir program yapacaksa 'Anne birlikte yapacağımız bir şey var mı?' diyor. Sabahları evden çıkarken tekerlekli sandalye ile dışarı çıkmamam gerektiğini tembihliyor. İstediğim bir şey varsa okul dönüşü alabileceğini her sabah söylüyor. Yaptıklarını o kadar içselleştirmiş ki farkında değil." Görme engelli Ayşe Bügelek ise çocuklarına normal annelerden daha çok ilgi göstermeye çalıştığını, sosyal hayatın içindeyken zaman zaman zorlandığını, engelli olmasaydı her yere gidip her ortamda rahatça bulunabileceğini, sırf bundan dolayı çocuklarını anaokuluna gönderdiğini anlatıyor. Çocukluğumu anlatmak için kitaplar yetmezEngelli anne-baba olmak kadar engelli anne babaya sahip olmak da zor. Arada kalan çocuklar, bir yandan evdeki hayatlarına alışırken bir yandan da dış dünya ile aileleri arasında denge kurmaya çalışıyor. Haliyle onların sıradan bir hayatı olamıyor. Yaşadıkları onları hep 'farklı' kılıyor. Hamdiye Hanım'ın büyük oğlu Muzaffer Ayanoğlu'na göre, çocukluk döneminde yaşadıkları kitap olabilecek kadar renkli. Ailenin ilk çocuğu olduğundan bütün roller ilk önce onun üzerinden oynandı, zamanı geldi kardeşlerinin duyan annesi, babası, velisi oldu.Diğer kardeşler Hakan ve Ebru, büyük kardeşe kıyasla daha avantajlı olsa da onların da hayatında bir şeyler hep yarım kalır. Bunlar üç kardeşin geçmişinde 'tatlı anılar' olarak kalsa da parkta, okulda, hastanede, devlet dairelerinde onlar hep farklıdır aslında... Üç kardeşin en zor geçen günleri yılda birkaç kez zorunlu olarak yapılan veli toplantılarıdır. Çünkü veli toplantılarına kimse gelmez. Toplantı sonrası herkes velisinin elinden tutup okuldan uzaklaşırken onlar eve hep yalnız dönmek zorunda kalır. Muzaffer'e konuşup okumayı öğreten, ödevlerinde yardımcı olan kimse yoktur. O dönem yaşadıkları sıkıntı gibi gözükse de bilgiyi duyduğu an öğrenmeye alıştığını ve bu özelliğinin sonraki okul hayatında avantaja dönüştüğünü belirtiyor: "Sınav notlarım yüksek olurdu ama ödevlerimi yapamadığım için hep bir eziklik vardı. Evde sürekli kitap okur, sanki hikâyeler içinde yaşardım." Muzaffer Ayanoğlu karşılaştığı zorlukları kardeşlerinin de yaşamaması için gayret ettiğini, bu durumun da onu olgunlaştırdığını söylüyor.Protez göz düşerseEbru Ayanoğlu, anne-babasının işitme engelli olmasından dolayı geceleri ağladığını, özellikle ilkokulda iken diğer arkadaşlarının anne-babasıyla kendininkileri karşılaştırdığını söylese de bunların çocukça duygular olduğunu belirterek hâlâ üzüldüğü bir ayrıntıyı paylaşıyor: "Annem 7 yaşında işitme duyusunu ve hafızasını kaybetmiş. Hayata bir eksikle sıfırdan başlamış. Çocukluk döneminden kulağında kalan tek sesin ezan olduğunu anlatır. Hayatı boyunca hep ezanı ve Orhan Gencebay'ı dinlemek istedi. Her ezan duyduğumda, Orhan Gencebay'ı izlediğimde üzülüyorum." Muzaffer Ayanoğlu, anne babasıyla daha yakın olmayı hayatı boyunca istediğini fakat işitme engelli olmalarının arada sınır oluşturduğunu hatırlatıyor: "Onların kendilerince 'sessiz' bir hayatı, sınırları var. Oraya girebilmek için işitme engelli olmak gerekiyor. Annemi o sınırdan kurtarmak için çok çalıştım. İstedim ki aramızdaki engeli biz kaldıralım ama başaramadım."Dünyadaki tüm çocuklar için anne-babaları mükemmeldir ve hangi çocuğa sorarsanız sorun annesi gibi 'anne', babası gibi 'baba' olmak ister. Büyümeye ve çevresindeki farklılıkları kavradıkça bu düşünceden uzaklaşır. Engelli ailelerin çocukları için de anne-babaları mükemmeldir. Hatta engellerinin farkına varamayacak kadar…Bügelek Ailesi'nin büyük kızı Ahsen, anaokuluna başladıktan sonra annesinin göz yapısının diğer annelerinkinden farklı olduğunu keşfeder ve annesine bunun nedenini sorar. Ayşe Bügelek de görme engelli olduğunu anlatır. O günden sonra Ahsen, özellikle dışarıda annesine yardımcı olmaya çalışır, renkleri seçemediğinden trafik ışıklarında yönlendirir, taksiye bineceklerse içinin boş olup olmadığını söyler. Fakat babasının görme engelli olduğunu bilmez. Oysa babasının bir gözü protezdir ve doğal görünmektedir. Bir gün Ahsen'i banyo yaptıran baba Mustafa Bügelek'in protez gözü kızının önünde yere düşüverir. Ahsen ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez. Ne kadar kırıldığını, üzüldüğünü anne Ayşe Bügelek şöyle anlatıyor: "Kızım banyodan çıkıp doğru yanıma geldi. Neden böyle olduğunu sordu. Babasının da görme engelli olduğunu ama diğer babalardan bir farkı olmadığını anlattım. Küçük kızım ise görme engelli olduğumuzu biliyor. Ahsen ilk çocuk olduğu için bilmiyordu."Güler ve Şafak Ulusal çifti, 2,5 aylık bebeklerine işitme engelli olduklarını nasıl anlatacaklarını hiç düşünmemiş. Kızları Başak'ın bunu doğal ortamda yaşayarak öğreneceğini söylüyorlar. Zira, babaannesi ve dedesi yaşadığı müddetçe onunla konuşacak, her ihtiyacını karşılayabilecek.Dünyada toplam 500 milyon engelli var. Türkiye'de ise 8,5 milyon. Bu rakam, ABD'de toplum nüfusun yüzde 15'ini, Norveç'te ise yüzde 17'sini oluşturuyor. Engelliler arasında, alzheimer, şizofreni gibi ruhsal ve kronik hastalığı olanlarla ortopedik engelliler başı çekiyor. Türkiye'de engellilik oranı erkeklerde yüzde 11,1, kadınlarda yüzde 13,4 iken, birden fazla engeli bulunanların oranı yüzde ise 11,4. Ülkemizde toplam nüfusun 12,29'luk bölümünü kapsayan engellilerin yüzde 1,25'i ortopedik, binde 60'ı görme, binde 37'si işitme, binde 48'i zihinsel engelli. Yüzde 9,70’i de “diğer engelliler” grubundan. Erkek ve kadın engelli sayıları da hemen hemen birbirine yakın.Engelliler, neden engellilerle evlenir? Bu durumun da bir sonucu olarak, eğer çiftlerden biri daha sonra herhangi bir hastalık ya da kaza geçirmedi ise, engelli kadın ve erkek kendileri gibi engelli biriyle evlenmeyi tercih ediyor. Yaşanan bu durumun olumlu ve olumsuz yanları var. İyi yanı çiftler istek ve beklentilerini belli sınırlar içinde tutuyor ve birbirlerinin hayatına mümkün olduğunca yardımcı olmaya çalışıyor. Tekerlekli sandalye kullanmak zorunda kalan bir kadından eşi engelsiz bir kadın gibi tüm görev ve sorumlulukları yerine getirmesini beklemiyor. Ya da tam tersi olarak, engelsiz bir erkek, işaret dilinin dışında iletişim kuramayacağı işitme engelli bir kadınla evlenmeyi tercih etmiyor. Aynı engeli paylaşan, hayatı aynı pencereden aynı uzaklıkta seyredenler daha iyi 'paylaşabilmek' adına birbirleriyle evlenmeyi tercih ediyor.Günümüz engellileri vakıf, dernek ve sivil toplum örgütlerine katılıp kendileri gibi engelli kişilerle dostluk kuruyor, sosyal hayatlarını geliştiriyor. İşitme engelli Hamdiye Ayanoğlu, evlenene kadar ailesi ve yakın arkadaşlarının işaret dilini bilmemesinden yakındığını, işitme engelli eşi Tuğran Ayanoğlu ile evlendikten sonra 'sesli' bir hayatın içine girdiğini söylüyor. Tuğran Bey karşısına çıkmasa da yine işitme engelli biriyle evlenmek isteyeceğini belirtiyor. Çünkü, aynı engeli paylaşan insanlar birbirine yakın oluyor ve kendilerince bir hayat kurmak kolaylaşıyor. Üstelik bir engellinin dilinden, yüreğinden ancak bir engelli anlayabilir.Şafak-Güler Ulusal çifti de İstanbul Karaköy'de çalıştıkları konfeksiyon firmasında tanışır. İlişkilerini de evlilik ve Başak bebekle tamamlamak isterler. Neden evlendiklerine gelince… Güler Ulusal, eşini çok sevdiğini ve ilişkilerinin 'duyan insanların dünyası'nın dışında olduğunu ve bu sessiz dünyada sadece kendisinin, eşinin ve bebeğinin olduğunu anlatıyor. Ayşe Bügelek ise engelli kişilerin engellilerle evlenmesinin daha doğru olduğu görüşünde. Ona göre, insanlar evlendikleri andan itibaren kültür ve gelenekten dolayı beklenti içine giriyor ve bu beklentiler tam anlamıyla gerçekleşmediğinde sıkıntılar başlıyor. Hatta engelli insanların kadın erkek dağılımının bu kadar birbirine yakın olmasının nedeni de bu. Yani, Allah engellileri birbirine beğendiriyor, sevdiriyor ve evlenmelerini nasip ediyor.Engelli çiftlerin hayatlarından memnun oldukları görülüyor. İki engellinin evlenmesinin zor tarafı ise sağlıklı çocuklarının eğitimi. Türkiye'de rehabilitasyon merkezlerinde engelli çocuk ve ailelere rehabilitasyon çalışmaları yapılıyor; ama anne-babası engelli sağlıklı çocukların bedensel ve psikolojik gelişimiyle eğitimi için herhangi bir çalışma yapılmıyor. Binnur Semiz de ansızın engelli olduğu için kızı Ayşenur'a her açıdan destek olacak kurum ya da uzman aradığını belirtiyor: "Bu alanda uzman birini bulamadım. Ayşenur'un kendisinin aşması gerektiğini düşündüm. Çocuklar hayatı kavramakta daha pratik ve esnek. Değişikliklere çabuk uyum sağlıyorlar. Şu an kızımın rehabiliteye, özel eğitime, ilgiye ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Belki de şartlar bana düşündürmemiş de olabilir." İstanbul Göztepe'de yaşayan Gülçin Erdiş (35), 12 yıldır Kadıköy Belediyesi Dursun Demirli Anaokulu'nda şef yardımcısı olarak görev yapıyor. Anaokulunda çalışan ilk bedensel engelli olarak tanınıyor. Anne değil ama her yıl 40-50 çocuğun büyümesine gün içinde katkıda bulunup geçici de olsa 'annelik' yapıyor. Ayrıca Türkiye'nin ilk engelli yamaç paraşütçüsü olan Erdiş bu mesleği seçmesinin sebebini şöyle izah ediyor: "Çocuklara çok küçük yaşta sakatı ve sakatlığı anlatabilmek önemliydi. Onlara bir sakatın nasıl yaşadığını, hareket ettiğini, gezdiğini öğretmek istedim. Artık onlar toplum içindeki sakatlara 'uzaylı' gibi bakmayacak. Beni tanıyan çocuklar büyüdüğünde sakatlara yardımcı olup onları anlayacak." Ona göre diğer öğretmenlerden bir farkı yok; çünkü normal bir öğretmen elini, kafasını, yüreğini ortaya koyuyor. Tıpkı kendisi gibi. Üstelik görünen ve görünmeyen sakatlıklar var. Onunkinin tek farkı görünüyor olması.Engellilerin çalışmasına imkân sağlamak amacıyla sivil toplum örgütleri çeşitli projeler üretip istihdam gücünü artırmayı amaçlıyor. Türkiye Sakatlar Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Binnur Semiz ve Dadı Akademi'nin oluşturduğu 'Engelli Dadı Yetiştirme Projesi' bu alanda yapılmış ilk çalışma. Amaç, engellilere iş imkânı sağlamak ve toplum içindeki 'engelliler bakıma muhtaçtır' imajını ortadan kaldırmak. Proje kapsamında eğitim alan iki öğrenci staj dönemini başarıyla geçti. Projenin eğitim danışmanı 12 yıllık tecrübesiyle Gülçin Erdiş, genel koordinatör ise Akademi Dadı'dan Nilüfer Ulu. Önümüzdeki bir yıl içinde daha büyük kitlelerin eğitimi hedefleniyor.Pojenin sosyal açıdan yararına dikkat çeken Nilüfer Ulu, "Aslında engellilerin hayatın her alanında başarılı, üretken ve verici olabileceğini bilmemiz gerekiyor. Toplum engellileri sınırlandırıyor. Kendi kendimize ortaya çıkardığımız engelleri bu projeyle aşabileceğimize inanıyorum." diyor. Proje kapsamında kemik gelişimi problemi olan engelli Dilek Toyran (28) ve doğuştan kalça çıkıklığı olan engelli Hediye Özdemir (20) eğitim aldı. Bu eğitimi alabilmek için lise mezunu ve en az yüzde 40 engelli olmak gerekiyor. Ayrıca adaylar belirli kişilik testlerinden geçirilerek mesleğe yatkınlıkları ve istekleri ölçülüyor. Haftada beş gün beş saat olmak üzere toplam 258 saat eğitim alınıyor.Projenin ilk öğrencilerinden Dilek Toyran, aldığı eğitim sayesinde çok şey öğrendiğini, engelli olmasından dolayı içine kapanık olduğunu fakat kurs ortamı ve staj döneminde bunu aştığını belirtiyor. Hediye Özdemir ise çocukları çok sevmesine rağmen onlarla ilişki kuramadığını, çünkü çocukların kalça yapısından dolayı kendisiyle hep dalga geçtiğini; ama şimdi aldığı eğitimle durumun değiştiğini söylüyor.Farklı anaokullarında staj yapsa da her ikisi de benzer olaylar yaşar. Çocuklar, engelli görmeye ve birlikte yaşamaya alışık olmadıkları için tedirgin olur; fakat kısa süre sonra engelli olduklarını kendileri gibi çocuklar da unutur. Nilüfer Ulu, engellilere fırsat verildiğinde diğer öğrencilere oranla daha başarılı olduklarını belirterek bir karşılaştırma yapıyor: "Dilek ve Hediye tüm derslere iştiyakla katıldı. Engelsiz 40 dadı adayına göre daha başarılıydılar. Haftada birkaç kez sunum yapıp konularıyla alakalı bilgiler toplayarak arkadaşlarıyla paylaştılar. Bu sertifikayı herkesten çok onlar hak etti. Diğer öğrenciler heyecanlı olmadığı gibi bu kursu 'ekstra' bir fırsat olarak görmedi. Fakat Dilek ve Hediye için onlara verilmiş en iyi şanstı. Onlar bu eğitim projesiyle kendilerini aştı."Engelli Dadı Projesi'nin en büyük amacı engellileri hayatın içine katmaktı. Dilek Toyran ve Hediye Özdemir'in ortak düşüncesine göre, engelli insanlar hayatın kıyısında yaşamak zorunda. Fakat bu proje sayesinde artık onlar da hayatın içinde. Hatta merkezinde. Yani, çocukların dünyasında…

Farklı Olanla Birlikte Yaşamak

Farklı Olanla Birlikte Yaşamak Sabahları aynaya bakar mısınız? Kendinizi selamlar mısınız gönlünüzce? Varım. Yaşıyorum ve bir gün daha var önümde diye düşünür müsünüz hiç? Önünüzdeki günde sizi neler bekliyor bilebilir misiniz tümüyle?... Okul. Günlük yaşamın içini dolduran koskocaman bir şey. Yetişkinler dersleri, sınıf geçmeyi, daha yüksek okullara gitmek için yarışmayı bekler sizden. Sizler içinse okul çok arkadaş demek. İlişkiler demek, sevmek, sevilmek kabul edilmek demek. Yaşlar büyüdükçe yeni ufuklar demek. İnanın yetişkinler de sonradan yalnızca bunları anımsıyorlar okul yıllarından. En çok da yaşanan duygusal anlar hatırlanıyor. Duygular bazen hoş, bazen acı. Ama bizde bıraktıkları izlerle yaşatıyorlar anılarımızı.Hiç başkalarından farklı yanlarınızı düşündünüz mü? Daha güzel, daha çirkin, daha uzun, daha kısa, daha akıllı, daha aptal, daha başarılı, daha başarısız, daha çalışkan, daha tembel! Bu kavramlar hiçbirimize uzak değil. Yaşamın bir yerlerinden hep çalınmış kulağımıza ve bizi bazen yarışmaya bazen de küsüp kapanmaya itmişler. Farklı olmak bazen üstün olmak, galip gelmek, hatta yukardan bakmak, bazen de altta kalmak, ezilmek, utanmak gibi yaşantılar getirmiş bize.Bir de iyice farklı olanlar var. Göremeyen, işitemeyen, yürüyemeyen, konuşamayan, sizler gibi anlayıp öğrenemeyen, koşamayan, uzun süre oturup dikkatini toparlayamayan, içinde olup bitenleri sizler gibi açıkça anlatamayan, yani halkın, toplumun, kör, sağır, sakat, geri ve deli dedikleri! Uzak durduklarımız. Aramıza almadıklarımız. Birlikte olmayı başaramadıklarımız. Hatta bazen dışlayıp küçümsediklerimiz ve alay ettiklerimiz...Şimdi bir deney yapın. Kısa bir süre gözlerinizi kapatın ve sanki hiç açılmayacakmış gibi dolaşmaya çalışın çevrede. Bazı ihtiyaçlarınızı böyle karşılamak için uğraşın. Sonra açın gözlerinizi ve görmeden yaşarken neler hissettiğinizi hatırlayın. Hatta yazın. Bir süre için kulaklarınızı iyice tıkayın, sesleri duymadan insanların arasında olmak için bir deney yapın. Sokağa çıkın, çevrenize bakın. Duymayarak görmek bakalım size neler yaşatacak. Bir sandalyeye oturun ve oradan bir süre hiç kalkmayın. Kalkamadığınızı hayal edin. Başkalarından birşeyler için yardım istemek zorunda olmak nasıl bir duygu? Bunu anlamaya çalışın. Bir arkadaş ortamında veya ailenizle birlikteyken bir süre hiç konuşmayın. Sanki konuşamıyormuşsunuz gibi. Hatta birkaç saat sürdürün suskunluğu. Bakalım içinizde neler birikecek dışa vuramadığınız ve sizde nasıl bir sıkıntı yaratacak bütün bunlar. Eğer bu deneyleri yaparsanız, artık bileceksiniz, aramıza katılamayanların güçlüklerini. Ve yine bileceksiniz ki böyle olmayı onlar seçmediler. Bunu istemediler.Şimdi tekrar aynaya bakın sabahları olduğu gibi yüzünüze, saçlarınızın ve teninizin rengine bakın. Hiçbiri sizin seçtiğiniz şeyler değil. Boyunuz, gözlerinizin rengi, hatta adınız, yaşamda hazır bulduğunuz şeyler. Tüm bunlar başka türlü olabilirdi. Eksik olabilirdi. Aynaya bakamayabilirdiniz, annenizin sizi çağıran sesini duyamayabilirdiniz.Şimdi de tüm bunlar için ne kadar şanslı olduğunuz hatırlayın ve bu şansı yakalayamayanlar için ne yapabileceğinizi düşünün. Çok bir şey gerekmiyor aslında! Yalnızca onları olduğu gibi kabul etmek, aramızda yaşama, varolabilme şansı tanımak, gerektiğinde yaşamlarını kolaylaştırmak için destek olmak. Ve tabii dost olmak! İşte hepsi bu!İsterseniz özürlü engelli. Yada adı her neyse sizden farklı doğmuş veya gelişmiş bir dost bulun ve onu tanımaya çalışın. Tüm yüreğiniz ve aklınızla.

Siz hiç düşümdünüz mü ya engelli olsaydınız

Siz hiç dış dünyayla irtibat kuramayan, iç dünyasında yalnızlık oyunu oynayan birini gördünüz mü?Siz hiç oturma çağını ya da yürüme çağını geçtiği halde oturamayan, yürüyemeyen birini gördünüz mü?Siz hiç konuşamayan, derdini anlatamadığı için alay konusu olan birini gördünüz mü?Siz hiç göremediği için karanlık bir dünyada yaşayan, alay edilen hatta taciz edilen birini gördünüz mü?Siz hiç yaşıtlarının anladığını anlayamayan, onlardan daha geç anladığı için bu durumun üzüntüsünü yaşayan birini gördünüz mü?Siz hiç hareketlerini kontrol edemediği için sallanarak yürüyen, ama sağlıklı insanların deli diyerek korkup kaçtığı birini gördünüz mü?Siz hiç en olmadık yerlerde (sokakta-otobüste) sara-epilepsi nöbeti geçirip kaskatı olan, çırpınan, etrafındaki insanları ne yapacaklarını bilemez hale getiren birini gördünüz mü?Bu saydıklarımdan birini ya da birkaçını mutlaka görmüşsünüzdür. Şimdiye kadar görmediyseniz, dışarı çıktığınızda etrafınıza dikkatle baktığınızda mutlaka görürsünüz. Şimdi bir dakikanızı bana ayırmanızı istiyorum. Sadece bir dakikanızı.Kapatın gözlerinizi ve bu insanlar gibi bir engeliniz olduğunu düşünün.Yürüme engelinizin olduğunu düşünün. Yürüyemiyor, koşamıyor hatta kendi işlerinizi bile yapamıyorsunuz. Yani, hep birilerinin yardımına ihtiyacınız var.Konuşamadığınızı ve duyamadığınızı düşünün. Bir şeyler söylemek istiyorsunuz olmuyor, sesiniz çıkmıyor. Birileri size bir şeyler söylüyor ama duyamıyorsunuz. Duyamadığınızı da söyleyemiyorsunuz. Karşınızdaki yanlış anlıyor, size kızıyor. Üzülüyorsunuz ama elinizden bir şey gelmiyor.Göremediğinizi düşünün. Hazır gözleriniz kapalıyken, biraz deneme yapın. Bir şeyler yapmaya çalışın gözleriniz kapalıyken, etrafınızdaki nesnelere çarpmamaya çalışarak. Karanlığın, insana güvensizlik verdiğini hissedin. Her an, başınıza gelebilecek tehlikeleri göremediğinizi düşünün. Sonra görme engelli insanların bu korkuları, bu duyguları hayatları boyunca hissederek yaşadıklarını düşünün.Ya da fiziksel olarak sağlıklı olduğunuzu ama zihinsel olarak problemli olduğunuzu düşünün. Anlamıyorsunuz. Size söylenenleri anlamıyorsunuz. Bakkala gitmeyi beceremiyorsunuz. Otobüse yalnız binemiyor hatta yalnız dışarı çıkamıyorsunuz. Çünkü yalnız çıkarsanız kaybolabilirsiniz.Zor değil mi? Bir dakika böyle olmak bile zorken, engelli insanlar hayatları boyunca engelleriyle yaşamak zorundalar, onların hayatlarını bir nebze olsun kolaylaştırmaksa siz sağlıklı insanların ellerinde..

Siz hiç düşümdünüz mü ya engelli olsaydınız

Siz hiç dış dünyayla irtibat kuramayan, iç dünyasında yalnızlık oyunu oynayan birini gördünüz mü?Siz hiç oturma çağını ya da yürüme çağını geçtiği halde oturamayan, yürüyemeyen birini gördünüz mü?Siz hiç konuşamayan, derdini anlatamadığı için alay konusu olan birini gördünüz mü?Siz hiç göremediği için karanlık bir dünyada yaşayan, alay edilen hatta taciz edilen birini gördünüz mü?Siz hiç yaşıtlarının anladığını anlayamayan, onlardan daha geç anladığı için bu durumun üzüntüsünü yaşayan birini gördünüz mü?Siz hiç hareketlerini kontrol edemediği için sallanarak yürüyen, ama sağlıklı insanların deli diyerek korkup kaçtığı birini gördünüz mü?Siz hiç en olmadık yerlerde (sokakta-otobüste) sara-epilepsi nöbeti geçirip kaskatı olan, çırpınan, etrafındaki insanları ne yapacaklarını bilemez hale getiren birini gördünüz mü?Bu saydıklarımdan birini ya da birkaçını mutlaka görmüşsünüzdür. Şimdiye kadar görmediyseniz, dışarı çıktığınızda etrafınıza dikkatle baktığınızda mutlaka görürsünüz. Şimdi bir dakikanızı bana ayırmanızı istiyorum. Sadece bir dakikanızı.Kapatın gözlerinizi ve bu insanlar gibi bir engeliniz olduğunu düşünün.Yürüme engelinizin olduğunu düşünün. Yürüyemiyor, koşamıyor hatta kendi işlerinizi bile yapamıyorsunuz. Yani, hep birilerinin yardımına ihtiyacınız var.Konuşamadığınızı ve duyamadığınızı düşünün. Bir şeyler söylemek istiyorsunuz olmuyor, sesiniz çıkmıyor. Birileri size bir şeyler söylüyor ama duyamıyorsunuz. Duyamadığınızı da söyleyemiyorsunuz. Karşınızdaki yanlış anlıyor, size kızıyor. Üzülüyorsunuz ama elinizden bir şey gelmiyor.Göremediğinizi düşünün. Hazır gözleriniz kapalıyken, biraz deneme yapın. Bir şeyler yapmaya çalışın gözleriniz kapalıyken, etrafınızdaki nesnelere çarpmamaya çalışarak. Karanlığın, insana güvensizlik verdiğini hissedin. Her an, başınıza gelebilecek tehlikeleri göremediğinizi düşünün. Sonra görme engelli insanların bu korkuları, bu duyguları hayatları boyunca hissederek yaşadıklarını düşünün.Ya da fiziksel olarak sağlıklı olduğunuzu ama zihinsel olarak problemli olduğunuzu düşünün. Anlamıyorsunuz. Size söylenenleri anlamıyorsunuz. Bakkala gitmeyi beceremiyorsunuz. Otobüse yalnız binemiyor hatta yalnız dışarı çıkamıyorsunuz. Çünkü yalnız çıkarsanız kaybolabilirsiniz.Zor değil mi? Bir dakika böyle olmak bile zorken, engelli insanlar hayatları boyunca engelleriyle yaşamak zorundalar, onların hayatlarını bir nebze olsun kolaylaştırmaksa siz sağlıklı insanların ellerinde..

Fotoğraf ve engel..

Murathan Mungan “Bence ‘Başarı’, Türkiye’de yalnızca bir dersane adıdır” dedikten kısa bir süre sonra “Ba-şar-mak” sözcüğünü, bir kitapçıda fotoğraf albümlerinin yer aldığı bir rafta gördüm. Kitaba uzanırken, beklediğim hiçbir şey yoktu. Kitabı elime aldığım anda karşıma çıkan ön kapaktaki fotoğraf, o kısacık anda, kitabın içeriği konusunda fikir vermekle kalmadı, yeni bir şey bulmanın o tatlı heyecanına da giriverdim. Aynaya bitişik bir yatakta yatan bir çocuğun, simetrik duran kompozisyonu, çocuğun diğer çocuklardan çok farklı olan bakışları ile bütünleşmiş, hikayesi ile beni büyülemişti. Bu çocuk engelliydi, ama ne tür bir engeli olduğu anlaşılmıyor, fotoğraf beni engele değil bir yaşama konuk ediyordu. Fotoğrafın beni vuran noktası buydu. Artan heyecanımla kitabın arkasını çevirdiğimde, başı yere doğru eğilmiş elindeki küple oynayan yerde oturan bir kız çocuğu vardı, başka bir hikaye… Kitabın kapağını açtığımda, fotoğrafın beni sürüklediği yeni bir dünyaya girdiğimi biliyordum. Fotoğraflarda hiç bu şekilde karşılaşmadığım bir dünya…Engelli olmak, özellikle Türkiye gibi toplumlarda aciz, yardıma muhtaç, eksik, vasıfsız gibi sıfatlarla özdeş bir durum. Engelli bir insan, hiçbir zaman doktor, mühendis, öğretmen, anne, baba, sevgili, dost, eş, kadın ya da erkek, yani toplumsal herhangi bir rol ya da ünvana sahip değil. O önce engellidir. Bireysel kimliği engelli oluşu ile sınırlıdır. Yaşamı boyunca, varolma sürecinde bireysel ve toplumsal kimliğini tanımlayan sözcüklerin tümü, toplumun gözünde engelli kimliğinin yanında gerçek anlamına kavuşabilir. Zaten kendisi değil toplum, daha ilk basamakta onun ne yapıp yapamayacağına karar vermiştir, o sınırlar içinde yaşamını sürdürebilir. Aslında engelli olmak, bu toplumda bir anlamda “yok(!)” olmaktır.Durum bu olunca, Türkiye’de konusu engelliler olan fotoğrafların sayısının az olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olmayan diğer bir konu ise, az sayıdaki bu fotoğrafların maalesef toplumun bu “engelli” bakış açısını yansıtan kareler olmasıdır. Acı, herkesin paylaşmaktan en büyük keyif aldığı, insanı etkileyip ele geçirmesi en kolay konu olunca, fotoğrafta acı’yı anlatan kompozisyon tercihlerinde engellilerin kullanılması doğal. Ancak acının anlatım şeklinde, acı ile engelin ayrılmaz ve kaçınılmaz ikili olarak sunumu düşündürücüdür. Neden?Fotoğraf öyle bir kavram ki, fotoğrafçının ve izleyicinin elinde, üzerinde iki boyutlu şekillerin yer aldığı bir kağıt parçası ya da dijital bir imge olarak da kalabilir, yaşamın fotoğrafa, fotoğrafın yaşama karıştığı büyülü bir yerde fotoğrafçı ve izleyiciyi buluşturup paylaşımı zenginleştiren mucizevi bir öyküye de dönüşebilir. Temeli yaşamsal bir ranstlantının kopyası olan fotoğrafın, böyle bir öykü anlatabilmesi ancak fotoğrafçının o kareye kendini koyabilmesi ile mümkündür. Fotoğrafçının fotoğrafa kendini koyabilmesi için ise, elbette ilk kural kendi olabilmesidir. Fotoğrafçı yaşamdaki duruşu ile fotoğrafını yapar. Ancak bu şekilde fotoğraf fotoğraf, fotoğrafçı da fotoğrafçı olmaz mı?...Engel ve fotoğrafın buluştuğu yere dönersek, bu noktada sorulması gereken asıl soru(lar) şudur: yaşadığı toplumun bir parçası olan fotoğrafçı, kadrajına aldığı görüntülere toplumun bu parçası olma durumu ile mi bakmalıdır, kendi gibi mi bakmalıdır, ya da tanımını her seferinde yeniden yeniden yaptığı bir bakışla mı bakmalıdır?... Objektifini doğrulttuğu engel orda zaten var. Ey fotoğrafçı, elinde o makine yokken de gördüğün şeyi, aynen katıksız bir kareye hapsederek yaptığın şeyin adı fotoğraf mıdır? Peki fotoğraftır diyelim, o fotoğrafta fotoğrafçı ne kadar var ve o fotoğraf ne söyler, söyleyecek bir şey(ler)i var mıdır?...D.H. Lawrance “Toplumun iğdiş edilmiş duyarlılığını sarsmayan hiçbir resim yapmam.” der. Toplumun duyarlılığı, ister gelişmiş, ister gelişmekte olan bir toplumda olsun, her zaman engelli bir duyarlılıktır. Çünkü bu duyarlılık, çoğunluğun ve alışılmışın peşinden gider. Farklı olan herşey tepki doğurur. Sanatçı, fotoğrafı sanat olarak görmeyenler için yaratıcı diyelim, bu tepkiye yenik düşerse yaratımı sınırlı olacaktır.Burada, fotoğrafçıya engellileri çekerken, konuya müdahale et, gördüğün şeyin ötesinde yeni bir kurgu yap, engellileri toplumun onlara yüklediği bu acizlikten kurtar, kendine engelliler konusunda misyon edin demiyorum. Fotoğraftaki görüntünün, çok özel ve gerekli durumlar sözkonu olmadıkça, fotoğrafçı tarafından kurgulanmasına ve görüntüye ya da fotoğrafa müdahale edilmesine karşı olan bir izleyiciyim. “Fotoğraf çekmek esas olarak bir müdahale etmeme edimidir. Müdahale eden insan fotoğraflayamaz, fotoğraflamakta olansa müdahale edemez.”(Susan Sontag – Fotoğraf Üzerine)Ancak, şu bir gerçek ki, fotoğrafçı, bakışı ile fotoğrafa kendini koyar, fotoğraf o bakışla binlerce benzerinden kendini özgün kılabilir. Engellilerin konu olduğu fotoğraflarda, ben işte bu bakışı görmek istiyorum. Engel zaten var ve orda, peki engelli “insan” nerde? Fotoğrafta engeli değil insanı görmek istiyorum. Acı gösterilecekse, engelin o insana yüklediği acıyı değil, o insanın acısını görmek istiyorum. O insanın hikayesini görmek istiyorum, sevincini, heyecanını, hüznünü, gözyaşını, kahkahasını… erkekse erkek kimliğini, kadınsa kadın kimliğini… nasıl varoluyorsa varoluşunu...

Kur’an’ın Engelli ve Özürlülere Bakışı

Kur’an’ın Engelli ve Özürlülere Bakışı
Yüce Allah, insanları iman, salih amel, güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir; onları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından değerlendirmez. "Allah katında en üstün olanınız en muttakî olanınızdır" (Hucûrât, 12) anlamındaki ile "Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize (iman veya inkâr hâlinize) ve amellerinize bakar" (Müslim, Birr, 32) anlamındaki hadis, bu gerçeği ifade etmektedir.
“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin, 4), “Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel yaptı” (Teğâbün, 3) “Sonra insanı şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları yarattı” (Secde, 9) anlamındaki ayetler Allah’ın insanları en güzel ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade etmektedir.
Kur' an’da görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıktan söz edilmektedir. Konu ile ilgili ayetlerin büyük çoğunluğu mecazî anlamdadır.
Görme engelliliği, Kur’an’da 28 ayette geçmektedir. Bunlardan sadece 10' u fiziksel anlamda olup 6' sı dünya hayatı, 4‘ü de âhiret hayatı ile ilgilidir.
Hakikî anlamda körlük; Kur’an’da sorumluluk, benzetme, değer verme ve tedavi bağlamında geçmektedir:
Sorumluluk bağlamında; İslâm, insanları ancak güçleri nispetinde sorumlu tutar (Bakara, 284). Dolayısıyla görme özürlü insanlar dinî görevlerle ilgili olarak ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumludurlar. Allah yolunda cihat yapma ve savaşa katılma ile ilgili olarak, “Köre güçlük yoktur” buyurulmaktadır (Nur, 61; Fetih, 17). Bu ayet, ortopedik özürlülerin savaşa katılma zorunlululuğunun olmadığını ifade etmektedir.
Benzetme bağlamında; Allah, inkâr edip isyan edenler ile iman edip sâlih amel işleyenleri, kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 24).
Bu ayette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır.
Değer verme bağlamında; Allah’a ve peygambere yönelen görme özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı insandan daha değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki ayetinde açıkça bildirilmektedir.
Peygamber efendimiz, Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil (Amr ibn Hişâm), Ümeyye ibn Ebi Halef, Abbâs İbn Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebi Rebi’a ile özel bir görüşme yapar, bunları İslâm’a davet eder. İslâm’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz, Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve Peygamberimizden kendisine Kur’an’dan bir ayet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz (s.a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, başını çevirir ve diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir, Abese suresinin konu ile ilgili ayetleri iner.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.s.), kalkar Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram eder, onunla konuşur, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenir.
Tedavi bağlamında; Kur’an’da iki ayette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri (ekmeh) iyileştirildiği bildirilmektedir: “Körü ve alacayı iyileştiririm” (Âl-i İmrân, 49).
Mecâzî anlamda körlük, gözlerin varlıkları görememesi değil, insanın gerçekleri görememesi yani "kalp körlüğü"dür. Kur’an’a baktığımız zaman kâfir, müşrik ve münafıklara kör denildiğini görmekteyiz.
Olmaz ve benzeri anlamdaki birçok ayette (bk. Ra’d, 16; Bakara, 18; İsrâ, 72) Kur’an’da 4 ayette âhirette görme özürlülerden söz edilmektedir.
“Kim bu dünyada kör olursa, o âhirette de kördür” (İsrâ, 72) anlamındaki ayette geçen “âhirette körlük”; cennet nimetlerini görememek ve kurtuluş yolunu bulamamaktır.
“Kim benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Dünyada ben gören bir kimse idim, beni niçin kör olarak haşrettin’ der” (Tâhâ, 124-12; bk İsrâ, 97) anlamındaki ayette geçen âhirette körlüğün hakikî mi mecazî mi olduğu konusunda müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Mecazî anlamda olduğunu söyleyenlere göre (bk. Kehf, 53; Fürkân, 12; Mülk, 7) körlükten maksat; kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleridir. Körlüğün hakikî anlamda olduğunu söyleyenlere göre ise kâfirler, Müminûn suresinin 108. ayetinde zikredilen Allah' ın emrinden sonra kör sağır ve dilsiz olacaklardır.
Kur’an’da işitme engelliler ile ilgili 11 ayet vardır. Bu ayetlerden 10’u dünyada sağırlık, biri de âhirette sağırlık ile ilgilidir. Dünyada sağırlık ile ilgili ayetlerin sadece biri hakikî, diğerleri mecazî anlamdadır.
Hakikî anlamdaki sağırlık; benzetme bağlamında geçmektedir. Allah, inkâr edip isyan edenler ile iman edip sâlih amel işleyenleri, kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir (Hûd, 24).
Mecazî anlamdaki sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır.
Kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’an’da “sağır” olarak nitelendirilmektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler” (Bakara, 18), “Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsizlerdir” (En’âm, 39).
Görüldüğü gibi ayetlerde münafıklar ve ayetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir.
Âhirette sağırlık; Kur’an’da bir ayette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir” (İsrâ, 97) Kur’an’da kâfirlerin kulaklarının duyması ile ilgili ayet bulunması (bk. Mülk, 7) sebebiyle müfessirler, kâfirlerin ilk haşrolundukları andan kıyamet mevkiine gelinceye kadar sağır olacakları veya kendilerini sevindirecek sözleri işitemeyecekleri şeklinde sağırlığın hakikî veya mecazî anlamda olabileceği görüşünü serdetmişlerdir (Taberî, IX, 15/155-156).
Kur’an’da 5 ayette konuşma özürlülüğünden söz edilmektedir. Bunlardan dördü dünya hayatı, biri âhiret hayatı ile ilgilidir. Dünya hayatı ile ilgili olan ayetlerden biri hâkikî anlamda, diğerleri mecazî anlamdadır.
Hakikî anlamda dilsizlik; benzetme bağlamında geçmektedir: “Allah, (şöyle) iki adamı misâl verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 76).
Mecazî anlamda dilsizlik; gerçekleri konuşmayan, hak sözü söylemeyen kimsedir. Allah Kur’an’da kâfir, müşrik ve münafık kimseleri dilsiz olarak nitelemektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler” (Bakara, 18; En’âm, 39).
Ahirette dilsizlik; Kur’an’da bir ayette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz” (İsrâ, 97).
İbn Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır (Taberî, IX, 15/168).
Kur’an’da iki ayette ortopedik engellilerden söz edilmektedir. Bu ayetler, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda cihada ve savaşa katılmamaları ile ilgilidir: “Topala güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 17).
Kur’an’da zihinsel engellilik hakikî ve mecazî anlamda kullanılmıştır.
Hakikî anlamda zihinsel engellilik Kur’an’da “mecnûn” (deli) ve “sefih” (akılsız) kelimeleri ile ifade edilmektedir. Deli kelimesi, Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize, Firavun’un Mûsâ (s.a.s.)’a, Nuh kavminin Nuh (s.a.s.)’a ve diğer kavimlerin peygamberlerine “deli” diyerek iftira etmeleri sefih kelimesi, aklı ermeyenlerin korunması (Nisâ,5) bağlamında geçmektedir.
Peygamberlerin deli olması mümkün değildir, bu itham onlar için bir iftiradır.
Mecazî anlamda zihinsel özürlülük, aklın ilâhî gerçekleri anlamada kullanılmamasıdır. Bu anlamda kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’an’da “gerçekleri anlamayan insanlar” olarak nitelenmişlerdir. Cehennemlikler için, “Onların kalpleri vardır fakat onlar kalpleriyle (gerçeği) anlamazlar” buyurulmuştur (A’râf, 179).
Kur’an’da hastalık, ruhsat bildirme bağlamında geçmektedir: “Hastaya güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 17). İki ayette Hz. İsa’nın alaca hastalarını iyileştirdiği bildirilmektedir: “Körü ve alacayı iyileştiririm” (Âl-i İmrân, 49).
Engelli olmanın sebepleri
Doğuştan veya sonradan insanlar niçin engelli oluyorlar? Bunun sebebi nedir? Kur’an’a baktığımızda insanların görme, işitme, duyma, konuşma, düşünme ve anlama gibi zihinsel veya bedensel engelli olmalarında temel iki faktörün olduğunu görüyoruz: İlâhî irade ve imtihan ile insanların ihmal ve kusurları.
a) İlâhî irade ve imtihan
İnsanların mallarına ve canlarına maddî veya manevî isabet eden az veya çok herhangi bir musibet ancak Allah’ın izni ve iradesi ile meydana gelir. Allah’ın izni ve iradesi olmadan bir kimsenin istemesi ve çalışması ile hiç kimseye kaza, belâ, âfet ve musibet isabet etmez. “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez” (Teğâbün, 11) anlamındaki ayet bu gerçeği ifade etmektedir. İnsanı üzen her şey musibettir. Dolayısıyla insanların herhangi bir uzvundaki arıza ve hastalık birer musibettir, bu musibet Allah’ın izni, iradesi ve takdiri ile olmuştur. Allah’ın izni, iradesi ve takdiri olmadan bırakın insanın bedeninde veya organlarında herhangi bir arıza ve hastalık olmasını insanın ölmesi bile mümkün değildir (Âl-i İmrân, 145).
İnsanların başına gelen her musibetler birer ilâhi imtihandır: “Yemin olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle imtihan ederiz” (Bakara, 155), “Her can ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ve şer ile deniyoruz” (Enbiyâ, 35) anlamındaki ayetler, bu gerçeği ifade etmektedir. Aslında yaşamı ve ölümü ile insan, sürekli imtihan hâlindedir (bk. Mülk, 2 Kehf, 7, Hûd, 7).
Şunu kesin olarak bilmek ve iman etmek gerekir ki; kâinatı ve içindeki canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan (En’âm, 102), yaşatan (Hadîd, 2), rızık veren (Rum, 40), düzene koyan (Fürkân, 2), öldüren ve dirilten, güldüren ve ağlatan Allah’tır (Necm, 43-44). Allah, dilediğini yapar. Doğumlar, ölümler, tabiat olayları, âfetler ve musibetler, kısaca iyi veya kötü, hayır veya şer her şey O’nun izni ve iradesi ile meydana gelir. Dolayısıyla insanların canlarına ve mallarına zarar veren âfetler, her türlü musibet, ancak Allah’ın izni ve takdiri ile meydana gelmektedir.
İnsanın sağlığını, canını ve malını koruması, tehlikelerden sakınması, tedbirli olması, Allah’ın bir emridir. Bütün tedbirlere rağmen insan musibete maruz kalabilir. Çünkü imtihan edilmektedir.
Diğer taraftan insanın başına gelen musibetler ilâhî bir takdirdir. Bu hususu Kur’an’ın birçok ayetinde görmekteyiz. Şu ayetler bu konuya yeterince ışık tutmaktadır:
“(Ey Peygamberim! İnsanlara) de ki: Bize ancak Allah’ın yazdığı (takdir ettiği) şey isabet eder” (Tevbe, 51), “Ne yeryüzünde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Doğrusu bu, Allah’a kolaydır” (Hadîd, 22).
Bu ayetlerde; gerek yeryüzüne, gerekse, canlara isabet eden musibetlerin önceden bir Kitap’ta, ilmi ilâhînin nakşedildiği Levh-ı Mahfuz’da yazılı olduğu bildirilmektedir. Her şeyin önceden bir Kitap’ta yazılmasının gerekçesini ise, yüce Allah şöyle bildirmektedir: “Elinizden çıkana, kaybettiğiniz şeylere üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği şeyler ile sevinip şımarmayasınız” (Hadîd, 23).
Bu ayette Allah, açıkça musibetler karşısında insanların üzülmemelerini, feryâd ü fîgan etmemelerini istemektedir. Çünkü, bütün olup bitenler Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur. İnsanın, “niçin bunlar oldu, niçin bunlar başıma geldi” diye üzülmesinin bir faydası yoktur. İnsanın, “musibetler, Allah’ın takdiri ile olmuştur” deyip sabırlı ve metanetli olması gerekir. Sabırlı olmak musibet karşısında tedbir almamak, musibetlerden sonra gerekenleri yapmamak anlamına gelmez.
Biliyoruz ki Allah “çok merhametlidir” (Fatiha, 2) ve “insanlara zerre kadar zulmetmez” (Nisa, 40) Mala ve cana zarar veren musibetlerin meydana gelmesinde ilâhî irade, takdir ve imtihanın tecellisinde, insanların davranışlarının etkisi de var mıdır? Kur’an’a baktığımızda bu soruya “evet” diyebiliyoruz.
b) İnsanların hata ve kusurları
Musibetlerin meydana gelmesinde insanların kusurlarının da bulunduğunu yüce Allah, birçok ayette bildirmektedir. Meselâ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler, kusurlar) yüzündendir. Allah yaptıklarınızın çoğunu affediyor (de bu yüzden size musibet vermiyor)” (Şura, 30) anlamındaki ayet, bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
Ayet ve hadisler, insanların başına gelen musibetlerin sebebi olarak, insanların işledikleri, hata, kusur ve kötü amelleri göstermektedir.
Mümin insan da dünyada ilâhî yasalara, evrensel ve toplumsal kurallara uymazsa sözgelimi, sağlığına, gıdalarına ve temizliğe dikkat etmezse hasta olabilir, trafik kurallarına uymazsa kaza yapabilir, hastalık ve kaza sonucu sakat kalabilir. Burada kusuru insanın kendisinde araması lâzım. Mümin açısından bunu, her ne kadar Allah’ın izni ile meydana gelmiş ise de ilâhî bir ceza olarak düşünmek doğru değildir.
Yüce Allah Kur’an’da; “İnsanların yaptığı amellere göre (Allah katında) dereceleri vardır” buyurmuştur (En’âm, 132). Müminler, bu derecelerine yaptıkları ibadetleriyle ulaşamazlarsa Allah onlara bir musibet verir, sabır ihsan eder, böylece hesapsız derecede sevap verir (Zümer, 10). Musibeti sebebiyle günahları bağışlanır. Bu şekilde Allah katındaki manevî derecesine ulaşır (Ahmed, V, 272. Ebu Davud, Cenâiz, 1. III, 470). Peygamberler de musibetlere maruz kalmışlardır (bk. Tirmizi, Zühd, 56. IV, 601, İbn Mace, Fiten, 23).
Sonuç ve değerlendirme
Varlıkların en mükemmeli, en üstünü ve en şereflisi olan, âlemde var olan her şey hizmetine sunulan insanın Allah katındaki değeri iman, ibadet, sâlih amel, takva ve güzel ahlâkı nispetindedir. Çünkü Allah insanları bu açıdan değerlendirmekte, onların fizik yapılarına, renklerine, ırklarına, cinsiyetlerine, sağlam veya engelli oluşlarına bakmamaktadır.
Kur’an’da dünya veya âhiret hayatında, hakikî, çoğunlukla mecazî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmiştir.
Hakikî anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dinî görevlerde ruhsat bildirme veya tedâvi etme veya değer verme bağlamında zikredilmiştir. Mecazî anlamda engellilik; iman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri, anlamamaları, görmemeleri, duymamaları ve konuşamamaları bağlamında geçmektedir. Ahiret hayatında görme, duyma ve konuşma engelli olmak; hakikî ve mecazî anlamda, kâfirler için gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır.
Ahsen-i takvîm üzere en güzel biçimde yaratılan insanın fizikî ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda birtakım özürlerin meydana gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan, ölümü ve hayatı ile imtihan hâlindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle imtihan olur. Dolayısıyla başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kendisi olmayabilir. İlâhî imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve kusurları olabilir.
İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsa, insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına engel değildir. Çarelere başvurur ancak “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi, insanın Allah’a olan imanının sonucudur.
İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsa, insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına engel değildir