27 Ağustos 2008 Çarşamba

Kur’an’ın Engelli ve Özürlülere Bakışı

Kur’an’ın Engelli ve Özürlülere Bakışı
Yüce Allah, insanları iman, salih amel, güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir; onları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından değerlendirmez. "Allah katında en üstün olanınız en muttakî olanınızdır" (Hucûrât, 12) anlamındaki ile "Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize (iman veya inkâr hâlinize) ve amellerinize bakar" (Müslim, Birr, 32) anlamındaki hadis, bu gerçeği ifade etmektedir.
“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin, 4), “Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel yaptı” (Teğâbün, 3) “Sonra insanı şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları yarattı” (Secde, 9) anlamındaki ayetler Allah’ın insanları en güzel ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade etmektedir.
Kur' an’da görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıktan söz edilmektedir. Konu ile ilgili ayetlerin büyük çoğunluğu mecazî anlamdadır.
Görme engelliliği, Kur’an’da 28 ayette geçmektedir. Bunlardan sadece 10' u fiziksel anlamda olup 6' sı dünya hayatı, 4‘ü de âhiret hayatı ile ilgilidir.
Hakikî anlamda körlük; Kur’an’da sorumluluk, benzetme, değer verme ve tedavi bağlamında geçmektedir:
Sorumluluk bağlamında; İslâm, insanları ancak güçleri nispetinde sorumlu tutar (Bakara, 284). Dolayısıyla görme özürlü insanlar dinî görevlerle ilgili olarak ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumludurlar. Allah yolunda cihat yapma ve savaşa katılma ile ilgili olarak, “Köre güçlük yoktur” buyurulmaktadır (Nur, 61; Fetih, 17). Bu ayet, ortopedik özürlülerin savaşa katılma zorunlululuğunun olmadığını ifade etmektedir.
Benzetme bağlamında; Allah, inkâr edip isyan edenler ile iman edip sâlih amel işleyenleri, kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 24).
Bu ayette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır.
Değer verme bağlamında; Allah’a ve peygambere yönelen görme özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı insandan daha değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki ayetinde açıkça bildirilmektedir.
Peygamber efendimiz, Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil (Amr ibn Hişâm), Ümeyye ibn Ebi Halef, Abbâs İbn Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebi Rebi’a ile özel bir görüşme yapar, bunları İslâm’a davet eder. İslâm’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz, Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve Peygamberimizden kendisine Kur’an’dan bir ayet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz (s.a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, başını çevirir ve diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir, Abese suresinin konu ile ilgili ayetleri iner.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.s.), kalkar Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram eder, onunla konuşur, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenir.
Tedavi bağlamında; Kur’an’da iki ayette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri (ekmeh) iyileştirildiği bildirilmektedir: “Körü ve alacayı iyileştiririm” (Âl-i İmrân, 49).
Mecâzî anlamda körlük, gözlerin varlıkları görememesi değil, insanın gerçekleri görememesi yani "kalp körlüğü"dür. Kur’an’a baktığımız zaman kâfir, müşrik ve münafıklara kör denildiğini görmekteyiz.
Olmaz ve benzeri anlamdaki birçok ayette (bk. Ra’d, 16; Bakara, 18; İsrâ, 72) Kur’an’da 4 ayette âhirette görme özürlülerden söz edilmektedir.
“Kim bu dünyada kör olursa, o âhirette de kördür” (İsrâ, 72) anlamındaki ayette geçen “âhirette körlük”; cennet nimetlerini görememek ve kurtuluş yolunu bulamamaktır.
“Kim benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Dünyada ben gören bir kimse idim, beni niçin kör olarak haşrettin’ der” (Tâhâ, 124-12; bk İsrâ, 97) anlamındaki ayette geçen âhirette körlüğün hakikî mi mecazî mi olduğu konusunda müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Mecazî anlamda olduğunu söyleyenlere göre (bk. Kehf, 53; Fürkân, 12; Mülk, 7) körlükten maksat; kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleridir. Körlüğün hakikî anlamda olduğunu söyleyenlere göre ise kâfirler, Müminûn suresinin 108. ayetinde zikredilen Allah' ın emrinden sonra kör sağır ve dilsiz olacaklardır.
Kur’an’da işitme engelliler ile ilgili 11 ayet vardır. Bu ayetlerden 10’u dünyada sağırlık, biri de âhirette sağırlık ile ilgilidir. Dünyada sağırlık ile ilgili ayetlerin sadece biri hakikî, diğerleri mecazî anlamdadır.
Hakikî anlamdaki sağırlık; benzetme bağlamında geçmektedir. Allah, inkâr edip isyan edenler ile iman edip sâlih amel işleyenleri, kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir (Hûd, 24).
Mecazî anlamdaki sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır.
Kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’an’da “sağır” olarak nitelendirilmektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler” (Bakara, 18), “Ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsizlerdir” (En’âm, 39).
Görüldüğü gibi ayetlerde münafıklar ve ayetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir.
Âhirette sağırlık; Kur’an’da bir ayette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir” (İsrâ, 97) Kur’an’da kâfirlerin kulaklarının duyması ile ilgili ayet bulunması (bk. Mülk, 7) sebebiyle müfessirler, kâfirlerin ilk haşrolundukları andan kıyamet mevkiine gelinceye kadar sağır olacakları veya kendilerini sevindirecek sözleri işitemeyecekleri şeklinde sağırlığın hakikî veya mecazî anlamda olabileceği görüşünü serdetmişlerdir (Taberî, IX, 15/155-156).
Kur’an’da 5 ayette konuşma özürlülüğünden söz edilmektedir. Bunlardan dördü dünya hayatı, biri âhiret hayatı ile ilgilidir. Dünya hayatı ile ilgili olan ayetlerden biri hâkikî anlamda, diğerleri mecazî anlamdadır.
Hakikî anlamda dilsizlik; benzetme bağlamında geçmektedir: “Allah, (şöyle) iki adamı misâl verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 76).
Mecazî anlamda dilsizlik; gerçekleri konuşmayan, hak sözü söylemeyen kimsedir. Allah Kur’an’da kâfir, müşrik ve münafık kimseleri dilsiz olarak nitelemektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler” (Bakara, 18; En’âm, 39).
Ahirette dilsizlik; Kur’an’da bir ayette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz” (İsrâ, 97).
İbn Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır (Taberî, IX, 15/168).
Kur’an’da iki ayette ortopedik engellilerden söz edilmektedir. Bu ayetler, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda cihada ve savaşa katılmamaları ile ilgilidir: “Topala güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 17).
Kur’an’da zihinsel engellilik hakikî ve mecazî anlamda kullanılmıştır.
Hakikî anlamda zihinsel engellilik Kur’an’da “mecnûn” (deli) ve “sefih” (akılsız) kelimeleri ile ifade edilmektedir. Deli kelimesi, Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize, Firavun’un Mûsâ (s.a.s.)’a, Nuh kavminin Nuh (s.a.s.)’a ve diğer kavimlerin peygamberlerine “deli” diyerek iftira etmeleri sefih kelimesi, aklı ermeyenlerin korunması (Nisâ,5) bağlamında geçmektedir.
Peygamberlerin deli olması mümkün değildir, bu itham onlar için bir iftiradır.
Mecazî anlamda zihinsel özürlülük, aklın ilâhî gerçekleri anlamada kullanılmamasıdır. Bu anlamda kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’an’da “gerçekleri anlamayan insanlar” olarak nitelenmişlerdir. Cehennemlikler için, “Onların kalpleri vardır fakat onlar kalpleriyle (gerçeği) anlamazlar” buyurulmuştur (A’râf, 179).
Kur’an’da hastalık, ruhsat bildirme bağlamında geçmektedir: “Hastaya güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 17). İki ayette Hz. İsa’nın alaca hastalarını iyileştirdiği bildirilmektedir: “Körü ve alacayı iyileştiririm” (Âl-i İmrân, 49).
Engelli olmanın sebepleri
Doğuştan veya sonradan insanlar niçin engelli oluyorlar? Bunun sebebi nedir? Kur’an’a baktığımızda insanların görme, işitme, duyma, konuşma, düşünme ve anlama gibi zihinsel veya bedensel engelli olmalarında temel iki faktörün olduğunu görüyoruz: İlâhî irade ve imtihan ile insanların ihmal ve kusurları.
a) İlâhî irade ve imtihan
İnsanların mallarına ve canlarına maddî veya manevî isabet eden az veya çok herhangi bir musibet ancak Allah’ın izni ve iradesi ile meydana gelir. Allah’ın izni ve iradesi olmadan bir kimsenin istemesi ve çalışması ile hiç kimseye kaza, belâ, âfet ve musibet isabet etmez. “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez” (Teğâbün, 11) anlamındaki ayet bu gerçeği ifade etmektedir. İnsanı üzen her şey musibettir. Dolayısıyla insanların herhangi bir uzvundaki arıza ve hastalık birer musibettir, bu musibet Allah’ın izni, iradesi ve takdiri ile olmuştur. Allah’ın izni, iradesi ve takdiri olmadan bırakın insanın bedeninde veya organlarında herhangi bir arıza ve hastalık olmasını insanın ölmesi bile mümkün değildir (Âl-i İmrân, 145).
İnsanların başına gelen her musibetler birer ilâhi imtihandır: “Yemin olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle imtihan ederiz” (Bakara, 155), “Her can ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ve şer ile deniyoruz” (Enbiyâ, 35) anlamındaki ayetler, bu gerçeği ifade etmektedir. Aslında yaşamı ve ölümü ile insan, sürekli imtihan hâlindedir (bk. Mülk, 2 Kehf, 7, Hûd, 7).
Şunu kesin olarak bilmek ve iman etmek gerekir ki; kâinatı ve içindeki canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan (En’âm, 102), yaşatan (Hadîd, 2), rızık veren (Rum, 40), düzene koyan (Fürkân, 2), öldüren ve dirilten, güldüren ve ağlatan Allah’tır (Necm, 43-44). Allah, dilediğini yapar. Doğumlar, ölümler, tabiat olayları, âfetler ve musibetler, kısaca iyi veya kötü, hayır veya şer her şey O’nun izni ve iradesi ile meydana gelir. Dolayısıyla insanların canlarına ve mallarına zarar veren âfetler, her türlü musibet, ancak Allah’ın izni ve takdiri ile meydana gelmektedir.
İnsanın sağlığını, canını ve malını koruması, tehlikelerden sakınması, tedbirli olması, Allah’ın bir emridir. Bütün tedbirlere rağmen insan musibete maruz kalabilir. Çünkü imtihan edilmektedir.
Diğer taraftan insanın başına gelen musibetler ilâhî bir takdirdir. Bu hususu Kur’an’ın birçok ayetinde görmekteyiz. Şu ayetler bu konuya yeterince ışık tutmaktadır:
“(Ey Peygamberim! İnsanlara) de ki: Bize ancak Allah’ın yazdığı (takdir ettiği) şey isabet eder” (Tevbe, 51), “Ne yeryüzünde, ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Doğrusu bu, Allah’a kolaydır” (Hadîd, 22).
Bu ayetlerde; gerek yeryüzüne, gerekse, canlara isabet eden musibetlerin önceden bir Kitap’ta, ilmi ilâhînin nakşedildiği Levh-ı Mahfuz’da yazılı olduğu bildirilmektedir. Her şeyin önceden bir Kitap’ta yazılmasının gerekçesini ise, yüce Allah şöyle bildirmektedir: “Elinizden çıkana, kaybettiğiniz şeylere üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği şeyler ile sevinip şımarmayasınız” (Hadîd, 23).
Bu ayette Allah, açıkça musibetler karşısında insanların üzülmemelerini, feryâd ü fîgan etmemelerini istemektedir. Çünkü, bütün olup bitenler Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur. İnsanın, “niçin bunlar oldu, niçin bunlar başıma geldi” diye üzülmesinin bir faydası yoktur. İnsanın, “musibetler, Allah’ın takdiri ile olmuştur” deyip sabırlı ve metanetli olması gerekir. Sabırlı olmak musibet karşısında tedbir almamak, musibetlerden sonra gerekenleri yapmamak anlamına gelmez.
Biliyoruz ki Allah “çok merhametlidir” (Fatiha, 2) ve “insanlara zerre kadar zulmetmez” (Nisa, 40) Mala ve cana zarar veren musibetlerin meydana gelmesinde ilâhî irade, takdir ve imtihanın tecellisinde, insanların davranışlarının etkisi de var mıdır? Kur’an’a baktığımızda bu soruya “evet” diyebiliyoruz.
b) İnsanların hata ve kusurları
Musibetlerin meydana gelmesinde insanların kusurlarının da bulunduğunu yüce Allah, birçok ayette bildirmektedir. Meselâ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler, kusurlar) yüzündendir. Allah yaptıklarınızın çoğunu affediyor (de bu yüzden size musibet vermiyor)” (Şura, 30) anlamındaki ayet, bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.
Ayet ve hadisler, insanların başına gelen musibetlerin sebebi olarak, insanların işledikleri, hata, kusur ve kötü amelleri göstermektedir.
Mümin insan da dünyada ilâhî yasalara, evrensel ve toplumsal kurallara uymazsa sözgelimi, sağlığına, gıdalarına ve temizliğe dikkat etmezse hasta olabilir, trafik kurallarına uymazsa kaza yapabilir, hastalık ve kaza sonucu sakat kalabilir. Burada kusuru insanın kendisinde araması lâzım. Mümin açısından bunu, her ne kadar Allah’ın izni ile meydana gelmiş ise de ilâhî bir ceza olarak düşünmek doğru değildir.
Yüce Allah Kur’an’da; “İnsanların yaptığı amellere göre (Allah katında) dereceleri vardır” buyurmuştur (En’âm, 132). Müminler, bu derecelerine yaptıkları ibadetleriyle ulaşamazlarsa Allah onlara bir musibet verir, sabır ihsan eder, böylece hesapsız derecede sevap verir (Zümer, 10). Musibeti sebebiyle günahları bağışlanır. Bu şekilde Allah katındaki manevî derecesine ulaşır (Ahmed, V, 272. Ebu Davud, Cenâiz, 1. III, 470). Peygamberler de musibetlere maruz kalmışlardır (bk. Tirmizi, Zühd, 56. IV, 601, İbn Mace, Fiten, 23).
Sonuç ve değerlendirme
Varlıkların en mükemmeli, en üstünü ve en şereflisi olan, âlemde var olan her şey hizmetine sunulan insanın Allah katındaki değeri iman, ibadet, sâlih amel, takva ve güzel ahlâkı nispetindedir. Çünkü Allah insanları bu açıdan değerlendirmekte, onların fizik yapılarına, renklerine, ırklarına, cinsiyetlerine, sağlam veya engelli oluşlarına bakmamaktadır.
Kur’an’da dünya veya âhiret hayatında, hakikî, çoğunlukla mecazî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmiştir.
Hakikî anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dinî görevlerde ruhsat bildirme veya tedâvi etme veya değer verme bağlamında zikredilmiştir. Mecazî anlamda engellilik; iman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri, anlamamaları, görmemeleri, duymamaları ve konuşamamaları bağlamında geçmektedir. Ahiret hayatında görme, duyma ve konuşma engelli olmak; hakikî ve mecazî anlamda, kâfirler için gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır.
Ahsen-i takvîm üzere en güzel biçimde yaratılan insanın fizikî ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda birtakım özürlerin meydana gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan, ölümü ve hayatı ile imtihan hâlindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle imtihan olur. Dolayısıyla başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kendisi olmayabilir. İlâhî imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve kusurları olabilir.
İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsa, insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına engel değildir. Çarelere başvurur ancak “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi, insanın Allah’a olan imanının sonucudur.
İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsa, insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına engel değildir

Hiç yorum yok: